Nazlı Eray’ın Yazınsal Özellikleri ve “Rüya Yolcusu” Üzerine Söyleşi

 Nazlı Eray’ın Yazınsal Özellikleri ve  “Rüya Yolcusu” Üzerine Söyleşi

NAZLI  ERAY

 Ankara’da doğdu. İngiliz Kız Ortaokulu,  Arnavutköy Amerikan Kız Koleji ve İstanbul Üniversitesi  Hukuk Fakültesi’nde okuduktan sonra Turizm ve tanıtma Bakanlığı’nda tercüman olarak çalıştı. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. Edebiyatçılar Derneği’nin kurucuları arasında yer alan Eray, Türkiye Yazarlar Sendikası ile Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN) üyesi, 1977 ve 1978 yıllarında Yaratıcı Yazın Dersleri verdiği ABD Iowa Üniversitesi’nin onursal üyesidir.

Yazmaya 1959 yılında henüz ortaokulda iken kaleme aldığı “Mösyö Hristo” ile başlayan Eray’ın ilk öykü kitabı “ Ah Bayım Ah”  1975’de çıktı. “Laz Bakkal” başta olmak üzere pek çok öyküsü kültleşti. “Karanfil Gece Kursu” öyküsüyle 1988 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, “Aşkı Giyinen Adam” romanıyla 2002 Yunus Nadi roman ödülünü kazandı. Türk Kütüphaneciler Derneği En İyi Romancı Ödülü (2009), Başkent Rotary Kulübü’nün Meslek Ödülü (2010), Fantazya ve Bilimkurgu  Sanatları Derneği’nin ilk “Mavi Anka” Ödülü’ne (2014) layık görüldü.

Nazlı Eray’ın öykü, roman ve oyunları pek çok dile çevrildi. Erostratus (1977) adlı oyunu, Sartre, Montaigne, Camus, Unamuno, Pessoa ve Bauer’in Erostratos yorumlarıyla birlikte “Blood and Ink”de (Kan ve Mürekkep) yer aldı. Öykülerinden kısa film ve televizyon dizileri yapıldı. “Monte Kristo” ve “Rüya Sokağı” adlı öyküleri 2005’de İtalyan Yönetmen Angelo Savelli tarafından L’ultimo Harem” (Son Harem) adıyla oyunlaştırıldı. İtalya ve Türkiye’de sahnelendi.

Nazlı Eray anılarını “Tozlu Altın Kafes” (Doğan Kitap, Ocak 2011) ve “Bir Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni” (Doğan Kitap, Mayıs 2013) adlarıyla kitaplaştırdı. Son kitabı “Rüya Yolcusu” Nazlı Eray’ın kırk üçüncü kitabıdır.  Daha nice kitaplara…

Nazlı Eray, alışılmışın dışında bir yazar. Sürprizli, renkli, sizi kendi büyülü gerçekliğine çeken, o dünyanın zaman tünelinde dolaştıran bir yazar.

Onu ilk okuyan da, devamlı okuyan da sürekli bir şaşkınlık içindedir. O kadar farklı anlatım teknikleri kullanır ki, zamandan zamana geçersiniz. Onun insanları, mekanları hiç yok olmaz. Bir koku, bir renk, bir fotoğraf, akan bir çeşme, bir ses, bir kuş, bazen de bir çiçek olarak karşınıza çıkarlar.

sıradan bir insanı ya da yaşantıyı öyle masalsı anlatır ki, siz de anlatılanları onun bakışıyla görürsünüz. Bir yazı ustası olduğu hemen dikkati çeker.

 Seçtiği kelimeler, kurduğu cümleler anlaşılır ve sadedir. Lise yıllarını anlatırken  “daha hiç kimse ölmemişti ve pek çok kişiyi tanımıyordum daha” diyerek, bize bir cümle ile ne çok şey ifade edilebileceğini gösterir. Nazlı Eray’ın cümleleri bir konvoy gibi sıralanır, yola dizilir, su gibi akıp gider yazılar. Yolculuğun nasıl geçtiğini anlayamadan bir de bakarsınız ki kitap bitmiş. Anlatacaklarını, hiçbir kasma, zorlama olmadan, konuşur  gibi yazıya döker.

Nazlı Eray, dünyanın pek çok ülkesini, bir araştırmacı  heyecanıyla gezmiş, anlattığı mekanlara, şehirlere, ülkelere okuyucuyu da götürmüştür.

Hayatı büyülü yaşayan bir yazardır Nazlı Eray. Hayal dünyası o kadar zengindir ki, dünü bugünle, bugünü gelecekle birleştirir. Kurgularında, geçmişte kalan ya da artık var olmayan insanları, nesneleri, mekanları alır şimdiki yaşamının içine katar. Bunu kimi zaman tan vakti  gün ağarmadan, kimi zaman rüyalarda bazen de hayalinde  gerçekleştirir. Anılarına son derece vefa ve saygı gösterir. Hayatına giren her insanı onların gerçekliği içinde, duygularının eşliğinde nahif bir şekilde anlatır.

Nazlı Eray, çok değer verilen ve çok sevilen bir  çocuk olarak büyümüş; kendisi de dünyaya ve insanlara hep o sevgi dolu çocuğun coşkusu ve gözleriyle bakmıştır.

Nazlı Eray’ın  cümlelerinde renkler, kokular önemli bir yer tutar. Metin And’ın evini anlatırken; “ Sigara, toz ve eski dünyanın kokusu burnuma doluyordu”der. “Bisküvi rengi” der. Bu yüzden anlattıkları tiyatro sahnesi, film sahnesi gibi yazıyla görsel şölene dönüşür.  Nazlı Eray, hayatı bir karnaval gibi yaşar.

Böyle bir yazı yazma tekniği olan bir yazar kırk üç kitap değil , yüz kitap da yazar diyorum.

NAZLI  ERAY SÖYLEŞİ

– “Bugün burada sizlerle birlikte olduğum için çok mutluyum. Çok heyecanlıyım. İlk defa Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’ne geliyorum. Bu salonu ilk defa tanıdım. Çok şey kaçırmışım. Buraya çok davet edildim, herhalde o zaman İstanbul’da idim. Bugün onun acısını çıkarırız.”

-“Size ‘ Rüya Yolcusu’ adlı son kitabımı tanıtacağız. Bir parça kitaptan yollar açacağız, anlatacağız. Ufak analizler, belki Nurdane’nin yakaladığı cümleler, betimlemelerden benim Rüya Yolcusu’nun dünyasına gireceğiz.”

-“Rüya Yolcusu deyince bunu sadece bir rüya, bir hayal zannetmeyin. Çünkü Rüya Yolcusu’nun yüzde doksan dokuzu gerçek, yaşanmış tarihi olaylar, gerçek kişiler. Belki bütün bu dünyanın, hafif böyle anestezili bir şekilde, bir rüyada hatırlanışı gibi, Rüya Yolcusu’nu öyle tarif edebilirim. Bütün bu dünyanın, şu anda yaşadığımız dünyanın, savaşların, diktatörlerin, onların hepsi var Rüya Yolcusu’nda.”

-“Saf, dokunulmamış bir çocukluğun, uzakta kalınmış, hasreti çekilen bir annenin, sevilen bir babaannenin, yatağın üstüne indiğine inanılan bir nurun, birçok şeyin, eski bahçelerin, eski aşkların, sevgilerin, bir evliliğin geçtiği bir evin, bütün görüntülerin sanki çok  hafif anestezili bir uykuda bir takım şeritlerin göz önünden geçmesi gibi. Rüya Yolcusu, bu.”

 Rüya Yolcusu’”nda yeni bir tür denedim diyorsunuz, nasıl bir tür bu?

“Belgesel bellek diyorum bu türe çünkü  bunlar bellek, belge. Rüya Yolcusu; bir roman otobiyografi, belgesel bellek arası bir şey.”

Sizin hayatınızda anneannenizin ve babaannenizin etkisi çok fazla. Babaanneniz, oturduğu köşkten pek dışarı çıkmamasına rağmen, gelişkin hayal dünyasından size çok etkileyici masallar anlatıyor. Babaanneniz nasıl bir insandı ve onunla neleri paylaşırdınız?

“Ben babaanneme çok düşkündüm. Annem, o sevgili insan bütün gelinler gibi  kapris yapıp, beni bir türlü babaanneme yollamazdı. Onun için, böyle babaanneme ulaşmak, o Kızıltoprak’taki ahşap köşke  gidebilmek, babaannemin koynunda yatmak benim için çok önemliydi. Her hafta yollanmıyordum, gittiğim zaman o böyle bana bir kazanılmış dünya gibi geliyordu. Annem çok genç, ben ilk çocuk ve tutturuyordum babaannemin yanına gitmek için. Babaannem, bana geceleri bir büyülü dünya yarattı. Halbuki rahmetli babaannem, o Kızıltoprak’taki ahşap köşkten hiç dışarıya çıkmazdı, bütün dünyası o köşktü. Dedem kırk küsur yaşında vefat etmiş, babaannem dul kalmış. Böyle, eski aile konağı; bir tarafta halamlar için bir yer var, bir tarafta babamlar için, bir tarafta Mustafa amcam için. Vardır ya öyle eski,  hallaç aşağıda, işte bir taşlık, Hızır’ın geldiğine inandığım yerler, Hızır’la karşılaştığım yerler. Böyle bir dünya. Üst katta bir yatak odası ve orda babaannemle ben. Bir çini soba yanıyor ve babaannem beni koynuna alıp gece masallar anlatıyor. Bu masallar olağanüstü bir düş gücünün ürünü. Babaannem bu masalları nereden duymuş? Babaanneme bu masalları kim anlatmış? Babaannem bana adeta Hawaii Adalarını anlatıyor, Hawaii Adalarını, ben yıllar sonra gördüm. Değişik şeyler anlatıyor; dört tane gül prenses, onların hepsine böyle bir yudum su veriyorsunuz. Bir tanesi susuz kalıyor, onun acıları, ben böyle bir şey hiç bilmiyorum. Belki babaannem bunları uyduruyordu, muhteşem. Gece, babaannem, o yatağın sıcaklığı, babaanneme sarılmak,simsiyah servi ağacının odaya düşen gölgesi… Bir gece o yatağın üstüne düşen nur; babaannem dindar bir Osmanlı hanımefendisi idi. Bir gece yatmadan önce, böyle bizim yatağın üstünde üç tane top ışık gördük. Babaannem dedi ki “evladım  nur düştü.” Nasıl bir heyecan ben zangır zangır titriyorum. Çünkü babaannem bana anlatıyor, işte nur iner bazen diye. Babaannem heyecandan bayılmak üzere. Yavaş yavaş yatağa yaklaştık, ben küçük bir çocuğum. Babaannem namazını bitirmiş, selamını vermiş, tespih neredeyse elinden düşecek, heyecan içinde. Nura yaklaştık, baktık, hatta ben dokundum da, elimi sürdüm, nur. Fakat birden bire yandaki pencereden, bahçenin oraya yeni bir lamba takılmış olduğunu fark ettik. Onu babaannem gördü ilk önce. Babaannemin orada yıkılışını ve üzüntüsünü gördüm. Nur, bir elektrik lambası, yuvarlak bir lambanın üçlü ışığı. Ondan sonra biz gece gene o nurlu yatağa girdik yattık. Yine babaannem, bana dünyanın en güzel masallarını anlattı.”

Babaannenizin  evinde bir de Hızır var, kileri dolduruyor. Siz Hızırı  gördüğünüzü söylüyorsunuz. Hızırı ne şekilde gördünüz? Onunla nasıl bir iletişime geçtiniz?

“ Hızır güzel, efendi, yerli malı giymesi lazım bence Hızır’ın. Onun için Sümerbank pabuçları var, koyu yeşil nefti bir takım elbise, şöyle ince bir kravat. Mazbut, kendi halinde, hafif dindar. Köşkte, merdiven altında kiler vardı. İşte orda çengel sakızları asılı, ince bulgur, kalın bulgur, mercimek, kokulu çaylar, otlar, pirinç, şeker,hiçbir şey eksilmiyor, ben de küçük bir çocuğum, bakıyorum. “Babaanne sen yine bunları ne zaman doldurdun?”  “Sus hiç kimseye söyleme.” “Nedir?” “Hızır, onları Hızır getiriyor.”  “Damla sakızını da mı Hızır getiriyor?” “Hızır getiriyor.” Ben tabii babaannemin anlattıkları ile, köşkün alt kattaki o yarı karanlık taşlığında, Hızır’ı hafif hafif  görür gibi oluyordum. O demin dediğimiz kılıkta  yani bir oyun olarak Hızır geliyor. Hızır beni nereye götürüyor? Hızır beni Las Vegas’a götürüyor. O dünya, çok güzel bir dünyadır, çocukluğumun o bölümü unutulmaz ve bende güzel izler bırakmış. Şimdi ben o anıları, çocuk kitaplarında yazdığım zaman, çocuklar kendilerine yakın buluyorlar ve çok seviyorlar. Bir büyük çocuk ben, onlara kitaplar yazıyorum.”

 Babaanne mazbut, sevecen bir hanımefendi. Bir gün, karşı evde oturan ve Hacdan yeni dönen komşularına sizi de götürüyor ve sonrasında sizi sıkıntıya sokan bir durum yaşıyorsunuz, Onu sizden dinleyebilir miyiz?

 “Babaannemin komşularıyla ilişkileri çok yoğundu. Çünkü o zamanlar Kızıltoprak çok küçük bir yer, Bağdat Caddesi, birkaç ahşap köşk. Herkes birbirini tanıyor, karşıda Nidai Bey’ler, yanda Nazlı Hanım’lar. Nazlı Hanım ile Raif Bey hacca gittiler. Nazlı Hanım çok genç bir hacı oldu, örtündü. O zaman bu yepyeni bir şey benim için. Babaannem “hemen gidelim kutlayalım” dedi. Gittik, bize hac’dan şekerler hurmalar ikram edildi. Hatta babaanneme zannediyorum böyle küçük bir şişenin içinde zemzem suyu verildi, onu ben döktüm kazara. Babaannem perişan oldu, nasıl dökersin zemzem suyunu diye, oynuyordum çünkü. İşte ikram yapılıyor, bir de  böyle bir tabağın içinde hac yüzükleri gezdiriliyor. Ben de hemen kendime bir yüzük seçtim, fakat herhalde o yüzük parmağıma dar geldi. O yüzüğü, ben zorla sokuşturdum parmağıma. Ondan sonra akşam eve geldik. Benim parmak, yavaş yavaş zonkluyor şişiyor, dolma gibi oldu. Babaannem endişelendi. Birlikte çıkarmaya çalışıyoruz sabunlu su ile çıkmıyor, büsbütün şişti. Ben oynadıkça daha çok morarmaya başladı. Nerdeyse parmak kangren olacak. Ben küçük bir çocuğum, babaanneme emanet. Annemden de  çekiniyor babaannem tabii, hiç haber verilemiyor. Sonra, bir nalbur dükkanı vardı Kızıltoprak’ta. Ordan böyle bir bıçkın delikanlı bulundu, delikanlı eve geldi, elinde bir kargaburunla, çıt çıt çıt hacı yüzüğünü kesti. Ondan sonra kan tekrar deveran etmeye başladı,  babaannem de rahat etti.”

Çocuklukta yaşadığınız ve hiç dramatize etmeden anlattığınız, buna benzer bir kalorifer deneyiniz var onu da öğrenebilir miyiz?

“Ama bu garip bir şey. Benim böyle küçük yerlere, bir elimi kolumu sokma merakım varmış. Kardeşim Osman iki- üç yaşında bir çocuk, ben Osman’la meşgul. Şişhane yokuşunda oturuyoruz. Ben oradaki kalorifere kolumu ne kadar sokabilirim acaba? Kolum ne kadar girebilir deneyleri yapıyorum. Kolumu dirseğe kadar soktum  yavaş yavaş ama müthiş bir zevk bu böyle. Kaloriferde hafif sıcak, soktum soktum çıkaramıyorum. Büyük bir panik, ağlamaya başladım. Osman küçük çocuk, bezli altına yaptı, kokular içinde dolaşıyor, abli abli diye ağlıyor. Annem geldi, ne yapacaklarını bilemiyorlar. “Kestirelim mi kaloriferi? Babası duymasın, evi su basacak.” Annem soruyor: “Çıkıyor mu bir parça yavrum?” Ben çığlıklar atıyorum, çıkmıyor. Kramplar girmeye başladı. Birisi dedi ki “sabunlu su yapalım, yavaş yavaş dökelim.” Sabunlu su hazırlandı. Osman abla, abla diye ağlıyor, bir felaket havası. Yavaş yavaş beni korkutmadan çektiler. Kolum gidiyordu. Niye böyle acaba?”

“Rüya Yolcusu”nda pek çok yolculuğun tanığı, kitabın kahramanlarından Necla Hisarkaya, Nazlı Eray’ın çocuk yanının hala devam ettiğini söyleyerek, bununla ilgili bir anı paylaşıyor:  “D&R’da bu yeni çıkan helikopterleri uçuruyorlar.”

Nazlı Eray: “ Hem de yeni, geçen sene.”

Necla Hisarkaya: “Helikopter dönüyor, on beş yirmi tane çocuk var, herkes var. Helikopter Nazlı Eray’ın yanına gelince, onu havadan tutuyor.”

 Nazlı Eray: “ Tabii hiç kimse ses çıkaramadı.”

Babaanneniz geleneksel kurallara uyumlu bir yaşamı benimserken, anneanneniz ise Batılı bir yaşam tarzının içinde. Siz her ikisinin de içinde. Anneannenizi de bize tanıtır mısınız? Onunla olan ilişkiniz nasıldı?

“Anneannem Avrupalı gibi. İkdam Gazetesi Başyazarı Tahir Lütfi Tokay’ın eşi, bir sefire; Irak ve Tiran sefiresi. Sofya Müftüsü’nün kızı, ağabeyi Moskova ve Stockholm Sefiri. Oğlu Hariciye’de. Tamamıyla Avrupai görüşlü. Çok iyi Fransızca ve İngilizce konuşurdu ama her Cuma da, yanık bir sesle Kuran okurdu. Bu belki, müftü babasının ona öğrettiği bir şeydi evde. O yanık ses, bana büyük bir hüzün verirdi, ben böyle saklanır onu dinlerdim. Anneannem beni böyle kapar, yataklı trenle Ankara’ya getirirdi. Beni Ankara’ya, ilk o alıştırdı. On yedi yaşında iken, büyük radikal bir karar alarak, bir sürü etkenleri var o kararın, İstanbul’dan Ankara’ya geldim. Bütün İstanbul’daki hayatımı bırakarak, anneannemin yanına kaçtım bir haftalığına fakat otuz beş, kırk yıl bu şehirde kaldım. Tabii bu ilginç bir şey, bu kaderin, o örümceğin ördüğü garip bir şey. O ağ, o ağa takılmak. O ağdan belki sonuna kadar kurtulamamak. Şimdi İstanbul’da bir evim var ama ben yine Ankara’dayım. Bu iki şehir arasında, böyle bir kanlı mendil gibi yırtıldım  aslında. Hem İstanbul’u çok sevdim. Hem İstanbul’u çok özledim. Hem benim insanlarım İstanbul’da idi. İlk gençliğim İstanbul’da idi. İstiklal Caddesi benim atardamarım gibi bir şeydi  yani o kadar çok değerliydi.

Fakat Ankara da garip! Bütün sevdiğim insanlar… Yaşamımı şekillendiren olayların aktığı bir yer burası. Tabii ikisinden de vazgeçemiyorum. Ankara, dostlarımın olduğu yer. Ankaralı bir yazar olarak, İstanbul’daki yayınevleri ile çalışmak. O, çok zordur. Ankara’dasınız ama yayınevleriniz hep İstanbul’da. Bütün o imza günlerine yetişmek, orda olmak, kitabı takip etmek. Hepsini yıllarca yaptım. Bütün yazarlar, 1980’lerde Ankara’dan İstanbul’a gittiler. Bir ara, hava kirliliği diye bir şey oldu, ondan sonra herkes gitti İstanbul’a. İstanbul’da işler çok kolay. Yayınevine gidiyorsun şıp, imzayı ayarlıyorsun şıp, her şey gayet rahat. Basın, size  çok rahatlıkla  ulaşıyor. Ama, Ankara’da olmanın da, tadına varılmaz bir gizemi var. Sizi bir tabu gibi, el üstünde tutarlar. Değişik bir şey bu yazarlık Açısından.”

Anneannenizin sürekli görüştüğü çok tanınmış dostları ve onlarla özel anıları var. Bize bu dostların kimler olduğunu anlatır mısınız?

“Anneannem  Mevhibe İnönü’nün arkadaşı, hep köşke gidiyor. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Hanımı Leman Hanım’ın arkadaşı. Bütün o insanlar bizim eve geliyor. Anneannemin pasta defterleri, anneannemin yemek defterleri. Hüseyin Rahmi Gürpınar, dedemin çok iyi  arkadaşı. Hüseyin Rahmi anneannemlere gelip, bir gecede romanının yarısını yazıyor. Çok neşeli, anneannem ondan çok iyi bahsederdi. Yakup Kadri Bey verem, karısı Leman Hanım çok baskın. Anneannem, Leman Karaosmanoğlu ile uzun yıllar beraberdi. Mevhibe Hanım’ı çok severdi, Mevhibe İnönü’nün eşine düşkünlüğünü takdir ederdi. Anneannemin bir briç grubu vardı. Ankara’daki İngiliz Sefiri Sir Hugessen, Japon Sefiresi Madam Kanumura, o zamandan hatırladığım isimler. “Rüya Yolcusu”nda anneannemin bana anlattığı, kendisinin de tanık olduğu, İngiliz Sefiri Sir Huggens’ının başına gelen İnanılmaz bir Casusluk serüveni de var. Kendisi sefire olduğu için bütün Ankara’daki kordiplomatik, sefirler ve sefireler onun arkadaşıydı. Anneannemin dostları arasında Sevda- Cenap And da vardı. Anneannemin Şehime adında büyüttüğü, yanında olan bir kız vardı. Ona bütün börekleri, çörekleri öğretiyordu. Çok Avrupai, değişik bir insandı ve ben onun yanında idim.”

Anneniz  çok güzel, adeta bir prenses gibi. Yurt dışında eğitim görmüş, pek çok yabancı dil bilen, klasik anne tarzından farklı bir  kadın. Annenizle ilişkileriniz nasıldı?

“Annem çok güzel, Tahir Lütfi Tokay Dede’nin biricik kızı. Beni belki hayatta anneannem ve o, en çok seven insanlar. Ben annemden otuz beş sene uzakta yaşadım. Bu tuhaf bir şey. Kader dediğim şey o. Siz Ankara’ya gidiyorsunuz, ama anneniz İstanbul’da, niye öyle yaşayasınız? Onu bilmiyorum, hasretimdir. Yani annemle böyle doğru dürüst bir kare fotoğrafım yoktur. Çocukluğumdur annem, ilk gençliğimdir. Annem beni doğru dürüst bir azarlayamamıştır. Annemle oturup, doğru dürüst bir yerde yemek yememişizdir ama bana hayatımda en yakın insan. Annem öleli belki otuz yıl oldu ama her gün evin içinde. Hiçbir zaman ölmüş gibi değil. Ona çok yakınım. Belki mesafe de beni uzaklaştırmıyordu ondan. Annem Ankara’yı hiç sevmiyordu. Bir iki kere geldi. Hep böyle camda. “Ne bekliyorsun anne?” “Seni bekliyorum.” Bir gün babam telefon etti, “ben yalnız kaldım burada dedi.” Ondan sonra gitti. Yaşlıydı o zaman annem. Annem burada bütün arkadaşlarımla arkadaş oldu.“ Şermin anne, Şermin anne diye onu çok sevdiler. Annem böyle nazik bir bebek gibi idi, anneannem gibi değildi. Otobüse binsin, trene binsin, uçağa binsin, atlayıp buraya gelsin, o zaman uçak fazla yoktu ama bir trene, otobüse binip gelebilirdi. Babama söylese, bir araba da ayarlatıp Ankara’ya gelebilirdi. Hayır, o kendi dünyasında, evinde, çok şık bir otelde arkadaşlarıyla olurdu. Fakat sevgi dolu bir anne idi. Osman’a da, bana da.”

Necla Hisarkaya: “ Anne sıradan bir kadın değil,  yedi sekiz dil biliyor. Ortaokulu Beyrut’ta okumuş, liseyi Roma’da okumuş. Dünya vatandaşı bir anne görüyoruz. Bu arada, İran Şahı Rıza Pehlevi, Fevziye’den önce anne ile evlenmek istiyor. Kızının mutsuz olacağını görebilen dede, bu isteği geri çeviriyor.”

 Nazlı Eray: “Çok entelektüeldi, çok kültürlü. Benim bir hikayemi, benim bir kitabımı ilk hemen o okurdu. Benimle çok iftihar ediyordu. Her imza günümde, karşımda annem otururdu.

 Anneanneniz, anneniz birden fazla yabancı dil biliyor. Siz kaç dil biliyorsunuz?

 “Fransızca, İngilizce.”

Siz canlı bir varlıkta veya bir nesnede sevdiklerinizi yaşatıyorsunuz? Bunun nasıl yapıyorsunuz?

“Annemin mezarının üstünden kopardığım ve cebime koyduğum sarı çiçeği evde su dolu bir fincana koyup, annemi yanımda hissedebiliyorum. Bodrum’da bahçedeki çeşmeden damlayan suyun sesinde annem, anneannem, babam hep var. Bodrum’daki evin bahçesindeki ağaca konan pelerinli, dikkat çeken bir kuş olan Kel Maleç var. Kuş benimle konuşamıyor ama derdini anlatmak istiyor, devamlı geliyor. Bu Osman dedim. Bu başka birisi olamaz. Üç mevsim hep kuş geldi. Kardeşimle bir kırıklık var aramızda. Kuşu büsbütün Osman’a benzettim ondan sonra. Kuş geliyor, bütün diğer kuşlar dağılıyor. Fakat bu kuş böyle garip,  adeta dertli, bir şey anlatmak ister gibi.” 

Büyülü gerçekçi bir yazarın, dilde sadeliği seçmesinin bir sebebi var mı?

 “Bazı zor şeyler anlatıyorum, onun için dilin kolay olması lazım. Büyülü gerçekçilikte geçişler var, bir fantastik olay olabiliyor. Şimdi o olay gerçek mi? Değil mi? Bir de dil ağdalı olursa o kitap anlaşılmaz.”

Rüya Yolcusu” okuyucuya, dünya tarihi ve Türkiye tarihi ile ilgili fazla bilinmeyen pek çok ayrıntı sunuyor. Tanınmış insanların yaşamlarındaki önemli olayları, ölümlerinin bilinmeyen gizemlerini aktarıyor. Bunlar arasında Hitler ve Mussolini’nin ölümleri de var, onların ayrıntılarını bizimle paylaşır mısınız?

 “Hitler Berlin’de ve savaşı kaybetmiş, son günlerinde yeraltında bir Bunker’de saklanmıştı. O bana korkunç gelir. Evvelki sene biz yıl başında  Berlin’de idik. Ben hep onu hissettim. Kaldığımız otele yakın bir metro istasyonunun altındaki bir kazıda bulunmuş  Bunker.  Bunker’de Hitler’in çok yakınları; sevgilisi Eva Braun, Goebbels, Goebbels’in karısı ve çocukları,  sekreteri Traudl Junge, Hitler’in özel pilotu Hans Bauer’de varmış. Artık büyük bir umutsuzluk, Rus Ordusu Berlin’i yerle bir etmiş ve Hitler’i bulacaklar. Eva Braun’la o zamana kadar yaşayan ve hiçbir evlilik sözü etmeyen Hitler, Eva Braun’a önce diyor ki; “kaç kurtulabilirsin, seni kurtarırlar” kadın kaçmıyor. İntihar etmelerinden beş altı saat önce bir nikah kıyıyorlar o yer altındaki Bunker’de, Eva Braun  Eva Hitler oluyor. Bu da bana korkunç geldi yani ölüme beraber gitmek. Herkese siyanür ampulleri dağıtıyor Hitler, Ruslar’a yakalanmadan önce ölmeleri için. Goebbels, sekiz çocuğunu öldürüyor. Orada olağanüstü, insanlık dışı olaylar oluyor, çok acı şeyler yaşanıyor. Hitler’in yıkılışı, çaresizliği, zayıflığı ben ona çok şaşırdım, Stalin’in gücü ile büyük bir kontrast var. Siyanürleri içmek için Odaya çekiliyorlar. Hitler Eva Braun’a siyanür ampulü veriyor,  kendisi de tabancasıyla intihar ediyor. Cesetleri bulunmasın diye oda ateşe veriliyor. Varsayımlar var, tam bilinmiyor, bir varsayıma göre de, ikisi de kaçarak Latin Amerika’da hayatlarına devam ediyorlar, böyle  bir haber de var. O günler karışık, orası bir karabasan, orası bir kabus. O debdebeden sonra Hitler’in oradaki kararları,  Hitler zayıf, onu gördüm veya yapacak bir şeyi kalmıyor, düşman çok güçlü. Kitapta bunları hep anlattım.

Başka bir diktatör olan Mussolini’nin sonu daha  korkunç. Hitler ele geçmiyor, kendi kendini öldürüyor. Mussolini’yi ele geçiriyorlar ve yanında sevgilisi Clara Petacci var. Mussolini’yi  kurşuna diziyorlar. Milano’da Loreto Meydanı’ndaki  Esso benzin istasyonu çatısından baş aşağı sallandırıyorlar. Clara Petacci’de bu arada öldürülüyor. Damat Kont Ciano da  ölmüş. Yani halk akbabalar gibi; onların  burunlarını ağızlarını parçalıyor. Korkunç bir şey, öyle bir dehşet sahnesi ve ibret olarak onlar sallandırılıyorlar.”

Rüya Yolcusu’nda, İtalyan Yazar Curzio Malaparte’nin yazarlığı, evi, çilekeş yaşamı çok çarpıcı ayrıntılarla anlatılıyor. Malaparte’nin Capri Adası’ndaki sizi çok etkileyen evinden de söz eder misiniz?

“İtalyan Yazar Curzio Malaparte, bir savaş muhabiri Cursio Malaparte’nin Capri’deki Casa Malaparte’de kendine yaptırdığı o tuhaf, garip böyle karaya vurmuş, dev bir ton balığını andıran o korkunç evi. Cursio Malaparte’nin evi hiçbir zaman kadının yaşayabileceği bir ev değil, belki Cursio Malaparte’nin bile yaşayabileceği bir ev değil. Bunlar, yalnızlığın gücünü simgeleyen.büyük abideler, bana öyle geliyor. Cursio Malaparte’nin evi çok enteresan bir ev. O ev, bütün modacılara ilham verdi, bütün sanatçılara ilham verdi. Ulaşılması güç bir yerde. Necla ile gittik oraya,Capri adasının arkasında, kayalıkların üstünde, metrelerce yukarda. İncecik basamaklarla çıkılıyor oraya, çok zor. Bazen bot oraya yanaşamıyor, o kadar tehlikeli. Fransız yeni dalga yönetmenlerinden Jan Luc Godard, 1960’larda orda Nefret filmini çekti. Evin devasa çatısında Brigitte Bardot’u yarı çıplak güneşlendirdi, o çok güzel bir filmdi, eski bir film.”

Rüya Yolcusu’nda sizin bir sinema tutkunu olduğunuzu da görüyoruz. Özellikle bazı yönetmenlerin filmlerini çok beğeniyorsunuz. Bunlardan birisi olan Lucioni Visconti en çok hangi filmi ile etkiledi sizi?

“Lucioni  Visconti benim çok sevdiğim bir yönetmen, gerçek bir aristokrat. Visconti’nin Bavyera Kralı Ludwig’le ilgili bir filmi var. Bavyera Kralı Ludwig, hafif deli, İmparatoriçe Sisi’nin kuzeni. Kralın her şeyi var, elinde müthiş birgüç. Kral ay ışığında beyaz atına binip, saatlerce dolaşıyor. Belki İmparatoriçe Sisi’ye aşık. Sisi’yi de hep filmlerde Romy Schnider oynar. Çok sevdiğim ünlü Portekizli yazar Fernando Pessoa’nın “Kral’ın Ölümü’ adlı kitabını aldım. Ludwig’in ölümünü anlatıyor. Herkesin ölümü çok trajik, herkesin ölümü zor ama her şeyi  olan insanın, bir kralın ölümü. Kralı her şeyi olan insan olarak görüyor. Her şeyi yapabilecek, her şeye erişebilecek, her şeyi almış bir imparator, bir kral. Pessoa’yı da etkilemiş,Visconti’yi de etkilemiş , Samuel Becket’i de etkilemiş, kral ve imparatorların ölümü. Böyle, ölümün yavaş yavaş gelişi. Mesela tiyatroda Samuel Becket veya İonescu onu çok güzel yapar. Yavaş yavaş ışıklarla, böyle kralın önce omuzları gidiyor sonra yüzü gidiyor. Korkunç şeyler bunlar. Bunları tiyatro sahnesinde verebilmek önemli. Tabii bu kitapta da öyle, bunlardan tadımlık verdim. “Güç ve ölüm.” Aslında Mussolini ve Hitler’in ki de öyle ama, bunun ki şiddetli. Pessoa’nın yazdıkları ve bu yönetmenlerin gösterdikleri şiddetsiz ama güç, her şeye sahip olmak ve ölümün gelişi. Bence bu çok  etkileyici bir şey.”

Romanda eski bir arkadaşınız Işık, sürekli bizimle birlikte, Işık’ı sizin için bu kadar önemli kılan nedir?

 “Işık Berkman, Acaba Işık’ı tanıyan var mı? Işık’ı yeniden bulmak istiyorum. Sağır, dilsiz bir kitli adam. Ünlü söz yazarı Münir Müeyyed Berkman’ın oğlu. Benim Ankara’da Turizm Tanıtma’da çalıştığım yıllarda Foto Film Dairesi’nde idi. Biz onunla yazışarak anlaşırdık. Çok yakışıklı idi Işık. Herhalde bana bir yakınlık duyuyordu belki bir sevgi. Hep yanlış koca seçtin diyordu. İlk eşimle evlenirken de. Bunu nereden buldun? Araştırdın mı? Dedikleri sonra hep doğru  çıktı. Keşke seninle evlenseydim Işık demek isterim ona. Ağzı var, dili yok. Keşke kitabı okusa bulsa beni. Benim yaşımda, hayatta olabilir, arayın. Metin Bey rahmetli, ağzım var dilim yok der, çok konuşurdu. Bu Işık’ın hakikaten ağzı var dili yok. Hep bana yazardı, hep yanlış koca, hep yanlış evlilik.”

Metin And ile evleneceğinizi küçük bir çocuk iken rüyanızda görmüşsünüz. O rüyada gördüklerinizi, yetişkin bir insan iken hatırlamanız  mümkün mü? Yoksa bu hayal gücünün yarattığı bir gerçeklik mi?

 “O hayal meyal bir şey. Benim bir ablam vardı, İnci ablam, dedi ki bana çocukken: “ Bir elmanın kabuğunu iyice kopmadan soyarsan, yastığının altına koyarsan bu gece kocanı görürsün. Ben altı yedi yaşında çocuktum, o da böyle evlenme çağında, sandık  filan yapılıyor İnci ablama,. Yastığın altına kondu, tatarımsı bir adam geldi, yaşlı. “Kimsiniz dedim ihtiyar adama”,  “ben senin gelecekteki kocanım, ne mutlu oldum seni gördüğüme” dedi. Metin Bey’le tanışınca bir baktım, aaa bu adam koca, rüyadaki adam, evleniyoruz biz. İki ay sonra evlendik. Yani benim hayal gücüm benzetti galiba.Yedi yaşındaki bir çocukla, kırk beş yaşındaki bir kadın hatırlayabilir mi? O yüzü, hatırlayamaz.”

Metin And; kitaplarla, tiyatro ve filmlerle  son derece ilgili olmanıza rağmen, sizi arşivlerine dokundurtmuyor. Ölümünden sonra o arşivlere ne oldu?

“Dokundurtmazdı rahmetli. Sonra onlar yok oldu, talan  edildi, belki satıldı. Ben artık orda söz sahibi değildim. Şimdi Metin And’ın arşivine, yıllarca biriktirdiği, bir ömür boyu titizlikle koruduğu, bütün o hazinelere ulaşmak imkansız. Ben bunu çok korkunç buluyorum. Metin And’ın ölümünden sonra eve gittim. Ev hemen satılmış. Beraber yaşadığımız ev, bir zamanlar hanımı olduğum ev, anıların olduğu ev. Ev yıkılıyor, Metin’in dünyası yıkılıyor. O evde kimin yaşadığını bilmeyen bir klimacı tarafından. Klimacı beni dehledi, ne arıyorsunuz diye. O da yöneticiden korkuyor, kızar diye. Büyük bir cam pencere yapıyor, beni yöneticinin yolladığı biri zannetti. “Siz dedi ne arıyorsunuz?” “Burada bazı anılarım var” dedim.Koştum gittim yatak odasına, görmek için. Şömine gitmiş, yıkılıyor, ustalar duvarı yıkıyor, o büyük cam yerleştiriliyor. Öyle bir camı keşke biz Metin Bey’le yaptırsaydık diye düşündüm. Metin Bey’in çok hoşuna giderdi. Fakat hiçbir şeye dokundurtmadığı için Protokol yolundaki Huzur Apartmanı’ndaki o eve hiç dokunulmadı. O ev şimdi sadece benim hafızamda ve ‘Tozlu Altın Kafes’ adlı kitabımda yayınladığım fotoğraflarda var. O ev artık yok. Halbuki o ev bir müze olabilirdi. Ben Metin Bey’le ilgili bir sergi gezdim. Metin Bey’in Paris’te metroya bindiği  bilet, Metin Bey’in cebinden çıkan cüzdan,  Metin Bey o değil ki. Biz anlaşamadık ama Metin Bey bir derya, Metin Bey bir deha. Onun illüzyon oyunu, milyarlık kitaplar çok yazık oldu. Eski eşi ve kızı sattı.”

Babanız kıyamadı size okula göndermedi, evde ders verildi. Anneanneniz bu böyle olmaz dedi ve sizi ikinci sınıfta Ankara’da Sarar İlkokulu’na yazdırdı. Orada yazarlığınızın ipuçları görüldü. O günleri sizden dinleyebilir miyiz?

“Bir dünya patlaması oldu, muazzam bir şey. Ben o korunmuş çocuk, o  eski köşkte veya Şişhane’deki apartmanda. Bir türlü Cumhuriyet yazmayı ikinci sınıfa kadar öğrenemedim. Halbuki şimdi çok süratli yazıyorum ve el yazısıyla yazıyorum. Okuyamayacak diye üzülüyorlar. Cumhuriyet, hecelemeler bilmem ne, tabii öğretememişler. Anneannem dedi ki babama; “ bu böyle olmaz, okula yazdırıyorum Lütfullah.” Sarar İlkokulu’na ikinci sınıfa. Bir dünya patlaması, bir fiesta. Dünyaya düşen insan, muhteşem. Sabahlara kadar okulu anlatıyordum. Macuncuyu anlatıyordum, simitçiyi anlatıyordum. Herkes bıktı, evdekiler kaçıyordu benden. Nasıl bir heyecan, arkadaşlarım, o dünya, onlarla alışverişte olmak, büyüleyici bir şeydi. İkinci sınıf, “ilk kar” diye bir kompozisyon verdi hoca.  Ben de birkaç satır yazmışım. Hoca eve geldi ve anneanneme dedi ki,  ben dinliyorum “bu çocukta bir şey var, müthiş bir şey yazmış Süreyya Hanım.“  İlk kar, biz bunu panoya asacağız, siz dikkat edin Nazlı’nın yazdıklarına. Bir kar yağışını  seyredişim, fakat hep kar beni çok etkilemiştir. Mesela Ben İstanbul’da da, kar yağarken gece yarısı salonda köşe camda, sabaha kadar otururdum. Sabaha kadar herhalde oturamazdım da, böyle binlerce balerin iniyor gibi görürdüm kar tanelerini veya lüleler kardan, uçuşan kemancılar, küçücük küçücük cüceler. Belki o işte büyülü gerçekçiliğin izleri. Sonra da birisi azarlar, beni yatağa çekerdi. Karın, üstümdeki etkisi.”

Dördüncü sınıfta Kasımpaşa’da Evliya Çelebi ilkokulu’na yazdırılıyorsunuz. Burada çok farklı bir ortamla karşılaşıyorsunuz. Nasıl bir okuldu orası?

“Korkunç bir okuldu, çok güzeldi  ama. Babam dedi ki; tamam madem kızım bu kadar çok istiyor ben de gönderirim. Bu sefer de en uç, Kasımpaşa’da Şişhane Yokuşu’nun orada Evliya Çelebi İlkokulu’na  yazıldım. Harika bir okul, nefis arkadaşlar, döne döne başı dönmüş çocuklar. İlkokulda yirmilik öğrenci vardı arkada. Sütçünün oğlu, asker kaçağı, onların arasında ben, karmakarışık Harika bir dünya, hiç unutamam. Onlardan bazıları buldu beni. Recep Gökgöz diye bir çocuk vardı, sınıf lideri gibi, onaltı onyedisinde vardı. Bir gün ne oldu bilmiyorum, ben Recep’in suratına şak diye bir tokat. Recep’in elinde de bir cetvel vardı, o da küt diye cetvelle benim başıma. Belki bu bir aşk başlangıcıydı ama olamadı. Benim başım yumurta gibi şişti. Recep de böyle “yanağım elma gibi oldu” dedi, sonra hoca geldi ve bitti.

Öğrenciler bu durumda iken, öğretmenin size karşı tutumu nasıldı?

“Sınıfta dayak vardı. Hoca, böyle çalışmayan öğrenciyi tutup boynundan, güm güm güm kara tahtaya vuruyordu. Vardı dayak, hepsini yaşadım, şakır şakır dövüyorlardı. Çocuklar memnun, bir şey olmuyor. Biz okula gidiyoruz, babam bilmiyordu tabii rahmetli bunları. O yıllar, benim hayal dünyamı müthiş besledi, o yılları hiç unutmam. Köşedeki Frej Apartmanı, üst katta Madam Anjel, Evliya Çelebi İlkokulu’ndan yukarıya yürüyüş. Şimdi Çocuklar için yazıyorum onları, çocuk kitaplarına. Hepsi birebir aklımda, hiçbirini unutmadım. Bütün hayatımın temel taşları. Köşedeki turşucu dükkanı, gazozcu. Merkez apartmanı, yanda Frej apartmanı, onun karşısındaki mecmuacı Nesimaki. Ordan alınan İngilizce comics’ler, dilimin iyi olması belki de ondandır, annem hep İngilizce okuttu. Okuyarak öğreniliyor, göz temasıyla.”

Rüya Yolcusu” bizi aynı zamanda gerçek yolculuklara da çıkarıyor. Değişik ülke ve şehirlere götürüyor. Dondurucu Aralık soğuğunda gittiğiniz Prag’da; gezdiğiniz mezarlık, kafeler ve sokaklar size ne hissettirdi de orada bir romana başlattı?

“Mezarlıklar, bir şehrin eskisini yansıtıyor. Prag’da onları gezmek kolay değil. Prag’daki  Yahudi mezarlığını gördük, orda böyle bir duvar bu dünya ile ölüleri ayırmış. Yalnız o duvar bana, hiçbir mezarlıkta hissetmediğim bir ürküntü verdi. O duvarı görünce ödüm kopuyordu. Biz de durmadan o Yahudi  mahallesine gidiyorduk. Prag’a 17 Aralık’ta ulaştık. Hiç gidilmeyecek bir mevsim. Prag buz gibi eksi on beş derece. Donmamak için çaba harcıyoruz. Eski bir otelde kaldık bilhassa. Eski derken, yeni yapılmış fakat muslukta hafif bir çatlak. Oranın görmüş geçirmiş olduğu yoksulluğu, eski debdebeyi her şeyi gösteriyor, otelin içi iyi. Ben böyle bir takım yün  içlikler; birinci kat, ikinci kat, her gün onları giyiyorum. Üç dört adım atıyorsunuz mutlaka bir yere girmeniz lazım. Hiç ortada insan yok, hiç kimse dışarı çıkmamış ve Prag sanki böyle bir film seti. Tabii orda Stalin romanı hemen tıkır tıkır başladı. Bütün şehri gezdik,Yahudi mezarlığında donuyorduk. Bir sabah 10.00 gibi Yahudi mezarlığına  gittik, hava daha da soğuk buz gibi. Necla ile yolu kaybettik, ağzımız kapalı, gözümüz kapalı. Ordan çıkamıyoruz, burdan çıkamıyoruz. Arkadan bir Japon turist kafilesi, onların peşine takılıp, onlar sayesinde çıktık. Tabii ilginç oralar, değişik. Zulüm görmüş yerler, insanlar bir zamanlar toplanmış götürülmüş. Yani İkinci Dünya Savaşı ve sonrasını çok yoğun hissettiğiniz bir yer. Kafka’nın kafesine , masasına oturup, anneannemin bana eskiden yaptığı  palaçinkalardan (krep) yedim. İçine dondurma , şeftali, çilek ya da  çikolata koyup, sonra üstüne bir parça krema sıkıyorlar.”

Rüya Yolcusu’ nun yolculuğu boyunca, Nazlı Eray her yerde kilo almadan  pasta yedi. Pasta ve tatlıların sizin için ne ifade ettiğini sorabilir miyiz?

“Ben tam Pastane düşkünüyüm. Mesela Prag’da  da Cafe Europa diye bir pastane var iki yüz yıllık, Kafe Slavia var. Prag’a gidecek olanlar Kafe Europa ve Kafe Slavia’yı mutlaka görmeliler. Çünkü ordaki aynalardaki ufak tortu, o geçmiş zamanın izi, oraya bakmış olan insanların yüzlerce yıl sanki yüzlerinin böyle hafif bir yansıması. Hepsini insan orada yaşıyor.”

Rüya Yolcusu’nda, Almanya- Wiesbaden şehri, tarihin pek çok olayına tanıklık eden bir şehir olarak tanıtılıyor. Wiesbaden nelere tanıklık etmiş?

“İkinci Dünya Savaşı’nda tek bombalanmayan yer Wiesbaden. Eski banliyöler, Keiser Wilhelm, payetler, Maldarar pastanesi. Elvis Presley de orda askerliğini yapmış ve sonradan karısı olan Priscilla’ya orada aşık olmuş.”

Dostoyevski’nin, tüm servetini kaybettiği kumarhane de Wiesbaden’de. Orada ben de kumar oynadım, bir dakikada böyle hangi düğme derken, paralar gitti. Ben anladım Dostoyevski’yi.”

Ankara’da Casinolar yasaklanmadan önce bir oyun makineniz varmış, bu makine hangi özelliği ile  sizi  kendisine bağladı?

“Bir rujlu makinem vardı. Ben her gece Hilton’a gidip, o rujlu makineyi otuz liraya açtırırdım. Böyle iki dudak yan yana gelince kazanan free gameler oynardım. Şimdi artık onlar her yerde var, o zaman yoktu. Bu beni büyülerdi. Orada arkadaşlar edindim, oraya bağlanan insanlar tanıdım. Ben, o gece dünyasını çok seviyorum. Böyle paltonu sırtına tak, taksiye bin, o zaman sigara içiyorum, sigaranı yak, git makinenin başına otur. Kapanınca bir gecede vazgeçtim bitti.”

Necla Hisarkaya, Nazlı Eray’ın  kumar makineleriyle ilgili bir anısını anlatıyor:  “Bir gemi seyahatindeyiz. Geminin kumarhanesi var. Nazlı Hanım bütün makineleri dolaştı. Birinin önünde durdu dedi ki: “Evlat buna at,” elli Euro attım. Dururken makine birden ötmeye başladı, biz makinenin en büyük ikramiyesini kazandık. Fişi aldım, tahsilatı vezneden ben yaptım. Tekrar Nazlı Hanım geldi, yine dolandı, yine bir makinenin önünde durdu.  Evlat bu makine dedi, yine attım. Biraz sonra yine biz kazandık. Bu sefer arkaya doğru büyük bir izleyici grubu oluşmaya başladı. Biraz sonra o makine de kazandı. Ben yine vezneye tahsilata gittim. Nazlı hanım yine döndü döndü, yine bir makine buldu. Bu evlat dedi, yine attım, üçüncü sefer yine kazandık. Ben vezneye parayı almaya gittim, veznedeki görevli bana pis pis bakmaya başladı. Biz hile mi yapıyoruz? Bizi gözetlemeye aldılar. Biz  dördüncü makineye geldik. Yine dolandı dolandı, bu evlat dedi, yine attık, yine kazandık. Biz kumarhaneye indiğimiz anda yanımızda  iki personel dolaşmaya başlıyordu. Hile mi yaptık ne yaptık diye.”

Nazlı Eray: Hepsinden beş yüzer Euro kazandığımı düşünün, gemiye verdiğimiz o seyahat parasının hepsini çıkardık. Bir de zamanında bırakıp kalktık, bir daha inmedim Casinoya.”

 Sizin Knut Hamsun’un bir kitabında okuyup, merak ettiğiniz Danimarka, Kopenhag’da Cristiana’ya gitme maceranız var, nasıl bir yerdi orası?

“Olay bir yer orası. Knut Hamsun’un  bir kitabında “Allah’ın cezası Cristana’da bugün açlıktan avucumun içini yiyordum.” Diye bir cümle vardı. Kopenhag’a gidince orayı merak ettim. Pazar günü, şehirde hiçbir şey yok, sıkıldım. Necla’ya, “Burada Cristiana diye bir yer olacak. Hadi gel oraya gidelim” dedim. Bir otobüse bindik, şoföre Cristiana’da ineceğimizi söyledik. Cristiana adını söyleyince, herkes ters ters bize baktı. Cristiana’ya ulaştık, gerisi size kalmış. Aman buraya niye girdik? Ben burayı hiç hatırlamam dediğim şehir, benim üstümde bir damga Ankara gibi. En çok orayı hatırlıyorum.”

Gittiğiniz yerlerde yazarların da izini sürüyorsunuz. Bize izini sürdüğünüz yazarlardan da biraz bahseder misiniz? Gitmeden önce araştırma yapıyor musunuz?

“Hayır hiçbir şey yapmıyorum. Yani belki. Puşkin’i anlatayım size. Cafe Puşkin Moskova’da, vurulduğu ev St. Petersburg’da. Bütün bunların içinde en enteresan şehir St. Petersburg.  Alexander Nevski Caddesinde yürürken, sanki Nikolai Gogol yanınızda yürüyor ve o kitapları yazıyor. Orda Çarın dünyasının muhteşem sarayları, her şey kalmış. Olağanüstü pasta gibi bir dünya, mücevherler. Ondan sonra Çar dönemi bitmiş, komünizm gelmiş. Bu sefer tek düze binalar, o kocaman heykeller. Leninler, Stalinler size bakıyor. Ezici bir güç, o yoksul ve tekdüze dünya, onu yaşıyorsunuz. Şimdi onlar da bitmiş,  mafyanın dolaştığı bir şehir. Bence dünyanın en etkileyici şehirlerinden birisi. Rüya rengi, bisküvi rengi bir şehir. Siz sadece sarayları da görüp, orayı sevebilirsiniz. Sadece komünizmin, devrimin etkilerini görüp de o şehri sevebilirsiniz. Şimdiki çılgın, mutsuz, gece sabaha kadar uyumayan St. Petersburg ve ara sokakları da sevebilirsiniz. Beni, gezdiğim yerler içinde en çok etkileyen orası oldu.”

 Necla Hisarkaya: “Burada bir şeyi daha vurgulamak istiyorum. Nazlı Eray, Stalin’in kitabını yazdığında, Moskova’da mezarına gitmiştik. Nazlı Hanım Stalin’in mezarının  olduğunu bilmeden tökezledi.”

Nazlı ErayDolaşıyoruz, Lenin’in mozolesinin oralardan çıktık. Bir şeye ayağım takıldı, düştüm. Aaaa! Joseph Stalin yazıyorum, kırmızı karanfiller koymuşlar, sarmaş dolaş ben Stalin ile. Bu bir işaret dedim, kitap çok tuttu, yeni baskısı çıkıyor. “

Gittiğiniz şehirlerde mezarlıkları da dolaşıyorsunuz. Sizi  en çok etkileyen mezarlardan birisini anlatır mısınız*

“ Fransa Paris’te Montmarte mezarlığında ünlü şarkıcı Serge Gainsbourg’un mezarı. Mezarın üzerine; metro bileti, bozuk para, anahtar, anahtarın açacağı evin adresi, sigara paketi, çakmak,  pasta bile bırakmışlar. Mezar canlı birinin mezarı gibi. Oradan çıkabilse,  ihtiyacı olan her şey bırakılmış ama bir defa giren bir daha çıkamıyor.”

Kitabın her sayfasından yeni bir mekan, yeni bir tarihsel olay, bir yaşanmışlık karşımıza çıkıyor. Bu da kitabı hep canlı tutuyor.

“Öyle olması lazım. Gezdirmem öğretmem, göstermem lazım.”

Rüya Yolcusu”nu okuduğunuz zaman, anlatılanlardan çok daha fazlasıyla karşılaşacaksınız. Bu güzel ve keyifli söyleşi için Nazlı Eray’a çok teşekkür ederiz.

                                                                                              Nurdane Özdemir Sağkan

İlginizi Çekebilir

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir