HALİL GENÇ: “Tüm yaşantımız Öykülerden oluşuyor”

 HALİL GENÇ: “Tüm yaşantımız Öykülerden oluşuyor”

HALİL GENÇ’LE “DAMLALAR” ADLI ÖYKÜ KİTABI VE ÖYKÜ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

1956  Giresun Şebinkarahisar doğumlu. ODTÜ Fizik Bölümü mezunu. Okul yıllarında halk dili, resim, tiyatro, edebiyatla ilgilendi. ODTÜ Öğrenci Temsilcileri Konseyi’nde, öğrenci temsilcisi olarak görev aldı.

Notos, Dünyanın Öyküsü, Düşler ve Öyküler, Yaba, Adam Öykü, İmge Öyküler, Kül Öykü, Lacivert, Esinti ve Üçüncü Öyküler gibi edebiyat ve öykü dergilerinde öyküleri; birçok dergide karikatürleri ve desenleri yayımlandı.

Fizik öğretmenliğini sürdüren Halil Genç’in “Koyabilmek Adını” romanı, 1988’de  yayımlandı. Yazarın, “Kızıma Bir Yağmur Bulmalıyım” ve” Heranuş” adlı iki de öykü kitabı bulunmaktadır.

Halil Genç, “Kızıma Bir Yağmur Bulmalıyım” adlı eseriyle 2015 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü almıştır.

On dokuz öyküden oluşan “Damlalar,” Halil Genç’in üçüncü öykü kitabıdır.  Damlalar, insan ruhunun derinlerinde saklı duyguların; bir olay, bir etki ya da bir durum karşısında açığa çıkan yansımaları gibi. Yazarın, hayata büyük bir öykü gibi baktığını ve kısa anları yansıtan  küçük öyküleri toplayarak, hayat dediğimiz büyük öyküye ulaştığını görüyoruz bu kitapta. Halil Genç, herkesin farkına varmadan üstüne basıp geçtiği, hayata anlam katan detayları, eğilip özenle yerden toplayan ve onların önemini bize de hissettiren bir yazar.                                               

İnsanlığın ve insanların ortak değerleri, iç hesaplaşmaları, görünen ve saklı duyguları, aykırılıkları öykülerde çok nahif  bir şekilde ele alınmış. Öykülerin çeşitliliğine bakıldığında ilk görülecek şey, Genç’in yaşadığı, gördüğü her olaydan, her durumdan öykü çıkaracak kadar usta bir yazar olduğu. Yazar, öykülerinde insanlara umut aşılayarak, yaşama sevincini  her an canlı tutarak, ne koşulda olunursa olunsun, hayattan zevk almak gerekliliğini de hatırlatıyor.

Halil Genç’in çok yalın, duru, özgün bir dili ve üslubu var. Öykülerinde çok değişik konuları, çok farklı açılardan yansıtabilen yazar; hayalle gerçeği çok usta bir kurguyla harmanlayıp, akıcı bir dille okuyucuya sunuyor.

“Kısa öykü öne çıkalı beri, öykünün, şiirle romanın arasında sürekli olarak gidip geldiğini düşünürüm. Denizin dalgası gibi, kara ile kucaklaşır, yetinmez, açılır deniz ile kucaklaşır.”

Sayın Halil Genç yazma yolculuğunuzu sizden dinleyebilir miyiz? Sizi Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne ulaştıran süreci de anlatır mısınız?

“ En zor sorudan başladık sanırım. İnsanın kendini anlatması hiç kolay değil. Okumayı seven, sürekli okuma alışkanlığına sahip olan herkesin, bir süre sonra yazmak isteyeceğini, en azından kafasından geçireceğini düşünüyorum. Okuduğu metnin herhangi bir yerini: “ Ben olsam şöyle yazardım,” demeye başlayacağı bir doygunluk düzeyi olduğunu düşünüyorum. Benimki lise yıllarına kadar uzanır sanırım. Uzun bir süre okuma ve ardından yazma. Resim, desenler, karikatür, yazmadan önceki yılları kapsıyor. Önce roman geldi, “Koyabilmek Adını.” Sonrasında çok sayıda fizik kitabı var ve derken, Notos Kitap’tan ilk öykü kitabım “Heranuş.” Yazmanın kendine özgü büyülü bir ritmi var ve öykü insanda bağımlılık yaratan bir tür. Okurken de yazarken de tadına doyulmayan, durmaksızın kendini çoğaltan ve kendisiyle ilgilenilmesine insanı bir şekilde ikna eden özellikleri var öykünün. “Kızıma Bir Yağmur Bulmalıyım,” bu tutkulu ilginin ürünü olarak 2015’te yayımlandı ve aynı yıl ‘Orhan Kemal Öykü Ödülü’ aldı.”

Üçüncü kitabınıza adını veren öykünüz, Damlalar. “Sen bir damlasın ben bir damla. Bir araya geliyoruz, oluyoruz iki damla. Sonra ayrılıyoruz ama olmuyoruz iki damla. Birinde çok, diğerinde daha çok…” tümceleriyle başlayan ve devam eden bu kısa öykünüz, sanki bir şiirin dizeleri gibi. Şiirle kısa öykü arasında bir yakınlık var mıdır sizce?

Her yazın türünün kendine özgü dinamikleri var. Edebiyat tarihçileri ve kuramcılar bu ilişkiyi, farklı özellikleriyle ele alıyorlar. Biz onların işine pek müdahale etmeden, öykümüzün üzerine yoğunlaşmaya özen gösterelim.

Bütün yazın türleri, zaman içinde çağların özelliklerine göre değişkenlikler göstermiştir. 19’uncu, 20’nci ve 21’nci yüzyılların romanları birbirinden nasıl farklıysa, bu durum edebiyat-sanat türlerinin tamamında böyledir. Öykü, kent yaşamına en uygun yazın türü bence. Sınırlı zaman diliminde okunabilme özelliğinin yanında, giderek hızlanan yaşam tarzına son derece uyumlu; kentin telaşlı, aceleci, tüketim odaklı yaşantısının özelliklerini çok başarılı şekilde yansıtabilen, insanın ilişkide olduğu her alana girip çıkan ve onların izini süren, dinamik ve doyurucu bir tür. Şiirse hiçbir şeyle yetinmeyen, çok daha yoğun, esnek, çok duyguyu bünyesinde taşıyabilen, estetik oyunları seven süzülmüş bir anlatım. Kısa öykü öne çıkalı beri, öykünün, şiirle romanın arasında sürekli olarak gidip geldiğini düşünürüm. Denizin dalgası gibi, kara ile kucaklaşır, yetinmez, açılır deniz ile kucaklaşır.”

“Öykü tasarlamak için özel çabaya gerek yok aslında. Tüm yaşantımız öykülerden oluşuyor.”

Öykülerinizin konusunu ve öykü kişilerinizi nasıl belirliyorsunuz, ya da tercihlerinizde neler etkili oluyor? Yazarlığınızın  yanında  öğretmen de olmanızın  ve  sürekli gençlerle bir arada bulunmanızın, yazarlığınızı besleyen bir tarafı da var mı?

“ Öykü tasarlamak için özel çabaya gerek yok aslında. Tüm yaşantımız öykülerden oluşuyor. İçinde bulunduğumuz ilişkiler, en fazla öykünün dramatik özelliklerini değiştirir ve zenginleştirir. Doktorsanız başka doktorlarla, hastalarla ve hasta yakınlarıyla etkileşim yaşarsınız ve illa ki hasta odaları, tedavi için kullanılan alet edevat. Öykünüzün bunların etrafında oluşması normaldir. Avukatsanız  ya da öğretmen, öğrenci, işçi, emekli her neyse… Kimden veya hangi ortamdan yazmak istesem, özen gösterdiğim bir tek nokta var diyebilirim; ele aldığım öykü, insanın evrensel değerlerini kapsayabilsin. Savaşlar değişiyor ama insanın çektiği acılar hiç değişmiyor. Seven, aşık olan, özleyen, nefret eden insanlar ve ilişkiler hep değişiyor ama aşk, özlem, ayrılık acısı, nefret hep var. Nasıl bir öykü yazılmak istenirse istensin, bu değerleri bünyesinde taşıması gerekir diye düşünüyorum.”

Öykülerinizde, toplumsal yaşama karşı duyarsızlıklarımıza dikkat çeken çarpıcı cümleler var. Bir öyküde: “Gördüklerin, görmek istediklerinden her zaman farklıdır. Hayatınız, alışkanlıklarınızın toplamından ibaret olmamalıdır,” diyor anlatıcı. Başka bir öyküde:“Geceleri sokakları dolaşmaya çıkmadıysanız, o kentte yaşamıyorsunuz.” Yine başka bir öyküde: “İnsanlar birbirine dokunduklarında, ilk sıcaklıklarını bırakırlar.” “Gözlerimiz, yüzsüzgözsüzduymasız bakmasın. Unutuyoruz, gönül kapısının sadece içten açıldığını,” diyorsunuz. Okuyucuya hayatla ilgili bazı gerçekleri hatırlatma, bir duyarlılık hissettirme çabanız olduğu söylenebilir mi?Unutmaya mı başladık toplumsal duyarlılıklarımızı?

“ Edebiyat metinlerinde iyi niyetli de olsa, okuyucuya akıl verme, bilinçlendirme gibi çabaların hükmü yoktur.Yazarın buna özen göstermesi gerekiyor. Buna karşın yazar; insanın acılarına, yaşanan sorunlara, aşınan değerlere seyirci kalmaz, kalamaz. Toplumsal tarihimizde çok fazla acı var. Bir çırpıda sayabileceğimiz ellinin üstünde halk yaşamış topraklarımızda. Bunlar arasındaki ilişkilerin, etkileşimlerin, çekişmelerin, savaşların, göçlerin ve ölümlerin izleri yüzyıllardır birike gelmiş. Sonra geleneklerimiz var, adetlerimiz hatta yemek kültürümüz. Buna karşın kapitalist üretim ilişkileri yerleştikçe, geleneksel olarak içselleştirilmiş olan çok şey, ne yazık ki süratle unutuluyor. Savaşlar, bir daha geri gelmeyecek korkunç yıkımlara neden oluyor.Yetişen neslin değil yalnızca, yetişkin insanlarımızın bile, bu değerlerimize hızla yabancılaştıklarını üzülerek görmekteyiz ve işin trajik yanı, seyreder gibi izlemekteyiz. Bu değerlere sahip çıkmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Politikacılar çok meşgul, iş bize, sanatçı ve edebiyatçılara düşüyor.”

Duygularınızı anlatış biçimizde çok etkileyici cümleler var. “İçimde bir kırıklık! Kuzuyu almış büyütmüşüm, kesileceğini bile bile kasabın eline tutuşturacağım gibi bir şey!” “Mazota bulanmış martıydım uçamadım, kaçamadım, konamadım.Tünedim, olduğum yerde çöküp kaldım….” Her öyküde buna benzer, insanı anında kendine çeken çok sayıda anlatım var.Yaşadıklarımız ve gördüklerimizden bize kalanlar, öykülerin duygularını oluşturuyor diyebilir miyiz?

“ Çoğu duyguyu önemsemez olduk. Engellemeye çalışsak da, bir sıradanlık oluşuyor hayatımızda. Günlük, haydi diyelim haftalık ya da daha geniş dönemlerle kendini tekrar ediyor hayat. Özellikle her gün aynı işi yapmak durumunda olan insan için, sıradanlığa dönüşmek kaçınılmaz. Okumuyor, sormuyor, sorgulamıyoruz. Algıyla yönetilir, yönlendirilir olduk. Bize televizyonlar ya da bazı medya grupları tarafından servis edilen haberler, hatta görüntülerle yetiniyoruz. Şaşırtıcı bir şekilde tepkileri ya görmezden geliyoruz ya da yok sayıyoruz. Çevresel talana ve yağmaya tepkisizlik de buna dahil. Biraz duyarlı olsak, çok şey bu kadar basit olmazdı.”

“ Lütfen Farkında Ol Hayat” öyküsü, hayata karşı yakınma gibi. Deniz kenarında yaptığınız bir kahvaltıda, bir martının sesinde, bir çocuğun iştahla kağıt helvasını ısırışında, bir kedinin bakışında, hayatın akıp gittiğine vurgu yapıyorsunuz ve “lütfen farkında ol hayat” diyorsunuz. Yine başka bir öyküde: “Sabah gözlerinizi yeni bir güne açarsınız mutlusunuzdur ama ömrünüzden bir gecenin daha eksildiğini düşünmezsiniz,” demişsiniz. Kentleşmeyle birlikte çok mu kendimize dönük yaşamaya başladık? Yaşarken, küçük zevklerin tadını kaçırıyor muyuz?

“ Yaşam alanlarımız daraldı. Parklar, deniz, su kaynakları ve yeşil alanlar hızla yok oluyor. Eskiden ormanlar yakılır tarla yapılırdı (ve ne büyük tepki olurdu!), şimdi ormanlar yakılıyor, konut vre otel alanları açılıyor ( ve ne kadar az tepki var!) Dağların altı oyuluyor, madenler ve taş ocakları açılıyor. Meraların, derelerin, su kaynaklarının talanı ve çarpık kentleşme her yerde. Kontrolsüz, işsiz, aç insan toplulukları, kent sokaklarının güvensiz hale gelmesini, kaçınılmaz olarak beraberinde getirdi. Vahşileşen bir hayat var dersek, abartmış olmayız. İnsanlar şaşılacak kadar görgüsüz, bencil, birbirine karşı hoyrat, saldırgan ve daha anlayışsız. Yardımlaşma ve dayanışma giderek azalıyor. Bu durum insanların birbirine, topluma ve kendine yabancılaşmasına neden oluyor.”

 “Kanıksa-ma” adlı öykünüzde bir ironiyle, herkesin ölümü kanıksamaya başladığı, insanların ölümlere alıştırıldığı, yüzyılların değişmesine karşın, savaşların hep sürmekte olduğuna dikkat çekiliyor. İnsanlık tarihi, kendini tekrarlayan yok edilişlere mi sahne oluyor? Peki bu zor zamanlarda, edebiyat bize nasıl bir çıkış yolu gösteriyor?

“ Sadece II. Dünya Savaşı’nda, en az altmış beş milyon insanın öldüğü biliniyor. Şöyle bir düşünelim, ne çok savaş var ve ne çok ölüm! Kuralsız, kalleş, çok daha vahşi ve ne idüğü belirsiz toplu öldürülmeler…  İşin çok daha kötü yanı, o toplu ölümlerin sonrasında, politik tarafların kendilerini haklı görüyor olması! Bireysel, kontrolsüz silahlanmadan; fedai olmayı meslek edinmiş lümpen, maganda güruhundan söz etmiyorum bile! Bu bakımdan tüm canlıların yaşam hakkının kutsal olduğunu gösteren her satır, bizim için değerli. İnsanlık tarihi için daha vahim ne olabilir, ölümlere alıştırıyorlar insanı. Buna karşı çıkmak, engel olmak hepimizin görevi.”

“Yazarın olmazsa olmazlarından biri, yazdıklarıyla okuyucuyu ikna etmektir diye düşünüyorum.”

Sayın Genç, görsel bir anlatımınız var. Bir Eskici öyküsünde “Parmaklarıyla topladığı, avucunda biriktirdiği havayı sıkıp yere çalıyor. (…) Ben de sıktım havayı avuçlarımda ama uçurdum güvercinler gibi,” cümlelerinizde olduğu gibi, sözcüklerle anlattıklarınızı adeta canlandırıyorsunuz. Resim ve karikatür çizmenizin, böyle bir dil kullanmanızda etkisi olabilir mi?

“ Sanat ile edebiyat birbirini sürekli besler. Sanatın yaratıcı gücü, görselliği geliştiren ve bakmayı öğreten meşale gibidir. Doğru çizim yapabilmek için, öncelikle bakmayı bilmek gerekir ki resim, bunu çok iyi yapar. Bu bakımdan resim, bana büyük katkı sağladı.Wirginia Woolf, “bir kitap ikna gücünden yoksunsa, aklın yüzeyine ne denli güçlü çarparsa çarpsın, içlere sızamaz,” der. Yazarın olmazsa olmazlarından biri, yazdıklarıyla okuyucuyu ikna etmektir diye düşünüyorum.”

Sayın  Halil Genç, birçok öykünüzde yaşamın anlamını, ölümü, zamanı sorgulayan bölümler var. Genç yaşta ölen bir doktorun cenazesinin anlatıldığı “Sıralı”  adlı öykünüzde şöyle bir cümle yer alıyor: “ Sıralı ölüm diye bir şey yok. Ölen kim ise onun oluyor sıra…” Diğer öykülerde yer alan:“Eskiyen biziz dostum, zaman değil eskiyen.” “Bir insan neden doğduğu ve büyüdüğü topraklara geri dönmek ister?” gibi soran, tartıştıran, sıkı bir hesaplaşmanın yapıldığını düşündürten cümleleriniz  hakkında  neler söylersiniz?

“ Zamanla ilgili bir sorunumuz var evet. Yaşamın anlamıyla ve ölümle de. Bunları sorgulayan yalnızca ben değilim, herkes bilmek istiyor, güzel güzel yaşarken neden öldüğümüzü. Edebiyat dünyasının yanı sıra, bilim dünyası da bilmek istiyor bunu. Doğa belli dönemlerle  kendini yenilerken, yani yok olmadan varlığını sürdürürken, insan neden ölüyor olsun ki? Hem nereden gelip, nereye akıyor bu zaman denilen bilinmezlik? Bilim dünyası, paralel evrenlerden, zamanın yavaşlatılmasından hatta durdurulmasından ve Dünya dışındaki yaşamlardan söz ediyor uzun süredir. Kültürümüzde ise yüzyıllardır süregelen ve belirli kesimler tarafından tartışılması bile günah sayılan, bir kader kabullenişi var. Ben; ölüm, yaşam, kader, tevekkül gibi kavramların tartışılması gerektiğini düşünenlerdenim.”

 “Bildiğin Gibi Değil” öyküsü huzurevi yaşantısına yoğunlaşıyor. Bu öyküde de tartıştıran, yönlendiren, yabancılaşmaya dikkat çeken bölümler var. Ölen yaşlılar için kullandığınız: “Yerine yeni biri geliyor ama gelmiyor giden geri,” diye çok etkileyici bir tümce de var. Yine aynı öyküde kızı, yaşamını orada sürdüren, artık kimseyi tanımayan ve hatırlamayan annesi için: “Ama bakmasızgörmesizkonuşmasız annem, yine bir şey söylememişti,” diye iz bırakan, insanın içini acıtan tümceler kuruyorsunuz. Sizce bu tür öyküler, toplumsal duyarlılıklara dikkat çekerek bir farkındalık da yaratıyor mu?

“ Yaratmasını ümit ediyorum. Merhamet, öğrenilebilen bir şeydir. Özellikle küçük yaş grubunun çok daha kolay öğrenebildiği ve ömür boyu ruhunda, bünyesinde taşıyacağı bir duygudur. Ağaç ve hayvan sevgisinden başlayarak, çevreci duyarlılığın, insan sevgisinin, küçük yaşlardan başlayarak öğretilmesi gerekiyor. Hastanelerdeki içler acısı durumları, oralara gitmek zorunda kaldığımızda fark edebiliyoruz ve ne yazık ki, ayrıldığımızda unutuveriyoruz. Benzer durum, ölümler için de geçerli. Bir yakınımızı kaybettiğimizde, ölüm acısını ruhumuzun derinliklerinde hissetmemize karşın, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi kendi hayatımıza dönüyoruz. Hepimizin yaşlıları var, yoksa da olacak ve kaçınılmaz gerçek biz de yaşlanacağız. Bakımları ne kadar özenli olursa olsun, çok zor yerler huzurevleri. Düşünsel olarak azıcık hassasiyet gösterelim, oraya konan yaşlıların, ölüme terk edildiklerini düşünmelerinden doğal ne olabilir? Bu duyguya sürüklenmeleri kaçınılmaz olduğu kadar, korkunç bir şey değil mi? ”

“Empati, sorun çözmede sihirli bir anahtar gibidir”

Öykülerinizde dikkat çeken önemli bir nokta da; az ya da çok öykülerinizdeki insanların  yaşadıkları, hissettikleri empati duygusu. Gerçek hayatta uzaklaştık mı bu duygudan? Yetişen nesil bu duygudan  uzak mı büyüyor?

“ Empati, sorun çözmede sihirli bir anahtar gibidir. İkili ve çoklu ilişkilerimizde, ah azıcık empati yapabilsek! Kendimizi karşımızdaki insanın yerine koyabildiğimizde, onun acılarını daha kolay hissedebilir, mutsuz olmasına neden olan şeyleri hemen kavrayabiliriz. Acı da, mutluluk da paylaşılabilen duygulardır ve büyüklerimizin söylediği gibi; acı paylaşıldığında azalır, mutluluk paylaşıldığında artarmış. Yalnız gençlerimiz değil, insanımız çok konuşuyor ve daha az dinliyor. Onu da, karşısındakine laf saydırmak için dinliyor! Anlamsız, gereksiz bir efelenme ve dayılanma herkeste, bir kör dövüşü! Bir dinlese insanlar birbirini, biraz empati yapabilseler…”

Yine bir çarpıcı öykü cümlesi, “Sevginin dili hiçbir zaman sözcükler olmamıştır ki…” Son olarak sormak isterim, nedir sevginin dili?

“ Sevmek, sevgili olmak, karşılık bulamasa da seviyor olmaktan mutlu olabilmek… Bu kavramlar öyle değişti ki. Tenindeki bir canı, sevdiğine verebilecek kadar tutkuyla seven bir sevgili vardı eskiden. Belki şimdi de var ama kayıplar, ortalıkta görünmüyorlar ne yazık! Seven, ama karşılık bulmadığı için onu öldürebilecek kadar sapkın ruhlu sevgililer var şimdi. Belki eskiden de varlardı ama pek görünmezlerdi ortalıklarda.

İlginizi Çekebilir

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir