FIRAT CEWERİ : “Yazarlık kendi dünyasına çekilip, kendince yeni dünyalar, yeni mekanlar, yeni insanlar yaratmaktır.”

 FIRAT CEWERİ :                          “Yazarlık kendi dünyasına çekilip, kendince yeni dünyalar, yeni mekanlar, yeni insanlar yaratmaktır.”

Fırat Ceweri

Kürt edebiyatının modern isimlerinden olan Fırat Cewerî Mardin doğumlu. Yirmili yaşlarına varmadan Kürtçe edebiyata yöneldi. 1980 yılının hemen öncesinde İsveç’e yerleşti. O zamandan beri edebiyatın çeşitli alanlarında Kürtçe eserler üretmektedir. Kürt edebiyatını siyasetin cenderesinden çıkaran Nûdem dergisini on yıl boyunca aralıksız çıkardı. O yıllardan itibaren, daha çok öykü alanında yoğunlaşan Cewerî, aynı zamanda Dünya edebiyatından klasik ve modern onlarca eseri Kürtçeye çevirdi. Modern Kürt Edebiyatının temel taşı olarak nitelendirilen Hawar dergisini yeniden toparladı ve Nûdem yayınları arasından basılmasını sağladı.

Fırat Cewerî, 1987 yılından itibaren İsveç Yazarlar Birliği’nin üyesidir. İsveç PEN Kulübü yönetim kurulu üyeliğinin yanı sıra Sürgündeki Yazarlar Komitesi’nin de başkanlığını yapmıştır. Bugüne kadar Kürtçe on beş kitap yazan Cewerî, on beş kitabı da, değişik dillerden Kürtçeye çevirmiştir. Cewerî’nin öyküleri; İsveççe, Almanca, Farsça, Arapça ve Türkçeye çevrildi, sinemaya uyarlandı. Cewerî, aynı zamanda Kürtçede son yılların en önemli edebiyat olaylarından sayılan iki ciltlik “Antolojiya Çîrokên Kurdî”yi (Kürt Öykü Antolojisi) yayınlayarak geniş kitlelerin Kürt öykücülüğünü en başından bu yana tanımasında yardımcı oldu. Türkçede dört romanı, bir öykü kitabı Everest yayınları arasında çıkmıştır. “Geç Bir Sonbahardı,” “Birini Öldüreceğim,”“Lehî,” “Maria Bir Melekti” ve “Solgun Romans” romanlarıyla dikkatleri üzerine çeken Fırat Cewerî, İsveç’te ve Türkiye’de edebi çalışmalarını yürütmektedir.

Nurdane Özdemir Sağkan

Edebiyat yolculuğunuza nasıl başladığınızı ve İsveç’e yerleşme serüveninizi anlatır mısınız?

Çok küçük yaşlarımda Kürtçede başarılı bir edebi eser olarak bilinen, Arap harfleriyle yazılmış olan Kürtçe mevlidi okumakla edebiyata başladım. Onun hemen ardından, 17 yaşımda da solcu oldum ve durmaksızın Marksist literatürü okumaya başladım. İçimde kıpırdanan edebiyat sevdası, beni politik kitapların yanı sıra edebi eserleri de okumaya yöneltti. Fransız ve Rus klasikleri dışında Mayakovski, Lorca, Neruda, Nazım Hikmet ve Ahmet Arif’i durmaksızın okudum ve aniden kendimi yazma eylemi içerisinde buldum. Bütün literatürün ve tartışmaların Türkçe olduğu bir dönemde Kürtçe şiir yazdım. Edebiyatın sihirli dünyasına girince, günlük siyasetten soğumaya başladım. Kürtçe yazdığım için artık kaçaktım, askerlerin ayak seslerini de duyunca, bütün sevdiklerimi bırakıp daha rahat bir ortamda Kürtçe edebiyat üretebilmek için 1980 yılında ülkeden kaçtım ve İsveç’e yerleştim. Otuz yedi yıldır bu ülkede yaşıyorum ve edebiyatımı burada üretiyorum.

İsveç’ten ülkenizin edebiyatını nasıl yapıyorsunuz, sürgünde yaşayan bir edebiyatçının psikolojisini anlatabilir misiniz?

Kürtçede ‘sürgün’ sözcüğünün birçok eşanlamı vardır. Bu da Kürtlerin ne kadar sürgün edildiklerinin göstergesidir. Benim sürgünlüğüm ise biraz farklıydı, amacıma ulaşmak için bilinçli bir sürgünlüğü, sürgünde ise bilinçli bir ülkeyi seçtim. Yani, ülkeyi terk etmeden önce, Kürtçeyi kolaylıkla yazabileceğim bir ülkeyi seçmeliydim ve bu ülke İsveç’ti. Sürgünlüğüm politik nedenlerden çok, edebiyat amaçlıydı. Çünkü ben çok küçük yaşlarda siyasete girmiş, yine küçük yaşlarımda edebiyat hastalığına bulaşmış ve o hastalıktan dolayı siyasetten soğumuş, kendimi bütünüyle edebiyata vermiştim. Ülkede değil siyasi içerikli bir edebiyat, Kürtçe yazdığım bir aşk şiiri bile uyuşturucu kaçakçılığı yapmakla eş anlamlıydı o zamanlar.

İsveç’te umduğunuzu bulabildiniz mi? Sürgün yaşamanın zorluklarının üstesinden nasıl geldiniz?

İsveç’te çok özgür bir ortamda edebiyat yapabildim, Kürtçemi geliştirip, istediğimi yazıp, istediğimi söyleyebildim. Edebiyat ve özgürlük ortamı, sürgün yaşamının çekilmez yanlarını bana biraz kolaylaştırdı. Bütün sürgünlerin olduğu gibi, yazarların da kimi zaman nostalji hastalığına yakalanıp depresyon duvarlarına çarptıkları bir gerçek, ama ben umudu hep edebiyatta aradım ve ona sığındım. Yine de kolay olmadı. Sürgünlük her zaman, herkes için zordur. Sokrates sürgüne gitmektense, kendi eliyle zehir kasasını içmeyi yeğlemiş. Nazi Almanya’sından kaçıp İsveç’e sığınmış olan yazar Kurt Tucholsky, sürgüne dayanamayıp, İsveç’te kendi yaşamına kıymıştı.

Yazarlığın kendisi de biraz sürgünlük değil midir?

Aslında yazarlar bazen kendi ülkelerinde bile sürgün hayatı yaşamaktadırlar. Yazarlık kendi dünyasına çekilip, kendince yeni dünyalar, yeni mekanlar, yeni insanlar yaratmaktır.

Sürgünlük yaşamı yaratıcılık için avantaj mı, dezavantaj mı?

Sürgün kimi yazarları yiyip bitirirken, kimi yazarlar içinde yeni olanaklar yaratır, onları daha verimli kılar. Sürgün genel olarak Kürt edebiyatı ve özel olarak benim için olumlu bir rol oynadı. Ülkede kalıp sürgüne gitmemiş olsaydım, belki Kürt dili ve edebiyatı için bunca çalışmaları yapmaya imkan bulamazdım veya bunca zorluğa katlanamazdım. Sürgünde edebi malzeme olarak ülkeyi işlediğimde, güncel politikalardan, kitle psikolojisinden, kahraman/hain gibi nitelemelerden uzak ve bağımsız kalabiliyor, böylece hikayemi tarafsız bir biçimde işleyebiliyorum. “Hayat kısa, sanat uzun” diye bir söz vardır. Sanat ve edebiyatın ömrünün de, güncel politikalardan çok daha uzun olması gerektiğini düşünüyorum ve edebiyatımı da bu doğrultuda yapmaya çalışıyorum.

Geç Bir Sonbahardı’ ilk romanınız. Bu romanda sürgünü ve dönüşü anlatıyorsunuz…

Uzun yıllardır sürgünde yaşadığım için, sürgün insanının içinde yaşadığı sosyo-psikolojik krizlerini biliyor ve zaman zaman yaşıyorum. Politik, ekonomik veya başka herhangi bir nedenle ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanların bir daha yerlerine yurtlarına dönememeleri, ruhlarında derin bir yara açmıştır. Sürekli dönüş düşüncesiyle yaşayan bu insanlar, yerleştikleri toplumlara adapte olma güçlükleri çekmektedirler. Dolayısıyla nostalji hastalığına yakalanırlar. Her iki ülkeden de olurlar. Yuvaları bozulmuş kuşlara benzerler. Hayal kırıklıkları onları depresyon duvarlarına çarpar. Şimdiyi yaşamaz, geçmişe acınır, geleceğe umut bağlarlar. Ama çoğu zaman umutsuzluklarda boğulurlar. Bu romanı yazarken, yirmi beş yıllık sürgün yaşamı bir düğüm olup yüreğime yerleşti. Yazarken yaşadım, anımsadım, hissettim, acıdım, kimi zaman içimden kimi zaman da hıçkırarak ağladım.

Romanda pesimist bir hava hakim. Bir bireyi anlatırken sanki bir kuşağı da anlatmış oluyorsunuz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Romanda pesimist bir havanın hakim olduğu bir gerçek. Roman kahramanı Ferda, bazen bir bireyden öte, bir kuşağı temsil etmektedir. 60’lı ve 70’li yılların Kürt gençlik hareketinin öncülerinden sayılan Ferda, yurtdışına çıkmak zorunda kalır. Yurtdışında yeni bir topluma ve kültüre adapte olmakta zorluk çeker. Teselliyi aşkta görür. Ama orada da kaybeder. Kendi kültüründen birisiyle evlenmeye karar verir, onda da kaybeder. Çok sevdiği oğlu Cengo’yu uzun yıllar görmez. Sürgündeyken sevdiklerine kavuşamaz, birçok yakınını kaybeder. Yirmi sekiz yıl sonra ülkesine döndüğünde, her şeyin değişmiş olduğunu görür. İnsanların, kafasında canlandırdığı eski insanlar olmadığının farkına varır. Zaten gençliği elden gitmiş, elli küsur yaşı ve kır saçlarıyla, ülkesine yeniden adapte olma güçlükleriyle karşı karşıyayken, bilinmeyen güçler tarafından aniden kaçırılıp ortadan kaybolur. Sürgün kaybolmaktır, kaybetmektir, kaybettiğini görememektir.

Birini Öldüreceğim’ adlı romanınızın karakteri Temo’nun, ‘Geç Bir Sonbahardı’daki Ferda karakteriyle benzer yanları var; sürgün ile hapis, özlem ile öfke ve bedel…

‘Geç Bir Sonbahardı’nın kahramanı Ferda’nın ruh halini bozan sürgünlük, ‘Birini Öldüreceğim’in kahramanı Temo’nun ruh halini bozan ise işkence ve mahpusluktur. Her iki kahramanın çıkış noktaları aynı, özlemleri aynı, çektiği acılar biraz değişik görünse de, aslında aynıdır. ‘Birini Öldüreceğim’in akışı içerisinde, geçmişi anımsayarak, Temo’nun niye bu ruh haline düştüğünü görüyoruz. Şu anda barınamadığı, kendisine zindan olmuş olan bu kentin kurtuluşu uğruna, on beş yıl hapis yatmıştır. O içerideyken kent, gençliğini mazide bırakıp bütün hızıyla akıp gitmiş, yeni insanlarla dolu, yeni bir kent olmuştur. Kent, kentin insanları, binaları, arabaları yani bütünüyle bir kent, Temo’ya bir yabancı gözüyle bakıyor, onu bağrına basıp, onlar uğruna bunca yıl hapis yattığını görmezlikten geliyorlar. Temo’nun içinde kımıldayan kıvılcım, bir öç alma duyusundan öte bir hesaplaşmadır. Bu kentle ve geçmişiyle hesaplaşmak isteğidir.

Birini Öldüreceğim‘in devamı ‘Lehî‘de de sürgünlük var, acı var, travmalar devam ediyor…

Travmatik süreçlerin her anında haksızlığa uğrayan, fedakar ama fedakarlıkları bir değere dönüşmeyen, bedel ödeyen, emekleri hiç hak etmeyenler için, hak edilmemiş saygınlıklara sebep olan depresif kişilikler… Ve bu karakterler hiç kimsenin görmek istemediği kendi adacıklarında kendilerini hırpalamakla meşguller. Gerçek hayat; bu tür insanlarla dolu, ben sıkça rastlarım bu insanlara gerçek hayatın içinde. Erkek, kadın fark etmiyor, hangisine biraz dokunsam ya başını büyük bir kederle omzuma yaslıyor ya da bakışlarını kör bir noktaya dikerek, hıçkırıklarla ağlamaya başlıyorlar.

Maria Bir Melekti adlı romanınızda, antikahraman Daniel’in kişiliğinde; halüsinasyon, bunalım, aidiyetsizlik, yalnızlık, cinayet gibi yeraltı edebiyatını besleyen pek çok öğeye rastlıyoruz. Hangi kanallardan beslenerek, bu konuları çok başarılı bir şekilde işleyebiliyorsunuz?

Öncelikle iltifatınız için çok teşekkür ederim. Diğer romanlarım gibi ‘Maria Bir Melekti‘yi de yazarken çok etkilendiğimi, yazarken kahramanların bir an kurgu değil de, çok yakın arkadaşlarım olduğu, hatta kimi zaman kendim olduğu hissine kapılarak yazdım. Ben hep şunu söylemişimdir; hapis yatmadım, işkence de görmedim, ama hapis yatıp, çok feci işkence görmüş olan insanlar arasında yaşadım. Onların çok acılı ve acıklı yaşam hikayelerini dinledim. Çevrem bu insanlarla dolu. Acılarıyla boğuşan, travmalarından bir türlü kurtulamayan insanlar bunlar. Bir zamanlar hatırı sayılır şahsiyetler olan, hatta kimisi kahraman durumunda olan insanlar, şimdilerde zavallılaşmış, yalnızlaşmış, kendilerini, kendi gençliklerini arayıp dururlar.

Bir gün Stockholm merkezinde bir arkadaşım telaşla yanımdan geçti. Onu ismiyle çağırdım. Bana döndü, ‘kimsin?’ diye sordu. Ben de bütün saflığımla ‘benim, Fırat’ım,’ dedim. Arkadaşım aynı telaşla bana doğru iki adım attı. Gözlerimin içine bakar gibi oldu ama bakışları ölüydü. Onu tanıyamadım. ‘Gençliğimi arıyorum’ dedi ve hızlı adımlarla yoluna devam etti. Ertesi gün o arkadaşın intihar etme teşebbüsünde bulunduğunu duyduk ve onu hemen hastaneye yatırdık. Belki ‘kendimi arıyorum’ sözü bu romanımın temel taşı oldu. Birçok hayatı, birçok hayali, birçok acıyı bir araya getirerek Maria Bir Melekti‘yi yazdım. Yazarken, kalbime kör bir bıçağın saplandığını hissettim. Romanın başkahramanı Daniel’e acımış olsam da, tamamıyla kurgu olan Maria’yı sevmeye başlamıştım…

Romanlarınız medyada çok sayıda iyi eleştiri aldı, bu nasıl bir duygu?

Evet, romanlarım Türk medyasında ilgiyle karşılandı ve onlarca yazı ve eleştiri kaleme alındı. Hiç saklamama gerek yok, bu durum beni ziyadesiyle sevindirdi. Ama esas sevinç kaynağım, Türk okurlarının romanlarım aracılığıyla Kürtçe ve Kürt edebiyatıyla kurdukları pozitif ilişkidir. Romanlarıma yer veren medya, bir bakıma entelektüel bir toleransla sadece iki edebiyat arasında varolması gereken “doğru ilişkiye” işaret etmekle kalmıyorlar aynı zamanda, demokratik kültüre de katkı sunuyorlar.

Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği

Kürt edebiyatını tanımlamanızı istesem ne derdiniz? Mesela onu Türk edebiyatından ayıran en önemli özeliği nedir?

Kürt edebiyatı geniş yelpazeli, kadim bir edebiyattır. Bu yelpazenin içinde aşkı da, yalnızlığı da, ötekileşmiş insanların sancılarını da, savaşın kıyıcılığını da bulabilirsiniz. Kendini anlatan, bunu yaparken de birçok yol ve yöntem deneyen bir edebiyattır Kürt edebiyatı. Yüzlerce romanın yazıldığı, on binlerce şiir ve öykünün yer aldığı bu edebiyat, elbette büyük kırılmalara uğramış, büyük haksızlıklar görmüştür. Buna rağmen varlığını hala diri tutmayı başarmış, her şeyden çok kalıcı hale gelmiştir. Diğer yandan Kürt edebiyatını Türk edebiyatından veya başka herhangi bir edebiyattan ayıran en önemli özellik, dildir kuşkusuz. Ama dilin yanı sıra “genesis” olarak bildiğimiz kimlik inşası süreci veya ulus ile milli kimlik inşası sürecini işleyen çok sayıda Kürtçe şiir, öykü ve romana rastlamak mümkün. Bu tema; Cumhuriyet’in kuruluşundan önce ve hemen sonrasında, Türkçe yazanlar tarafından da ele alındı.

İlginizi Çekebilir

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir