ADAM SUSTU, SONRA …

Adam hep içiyordu. İçiyordu, karısına oğluna çatıyordu. Aynı sözleri defalarca tekrarlıyor, hep aynı konulara takılıyordu. Saatler geçiyor; adamın sarhoşluğu da, takıldığı konular da geçmiyor, hep aynı yerde duruyordu.

Kadın bıkmıştı, çocuk usanmıştı. Evin nefesi içki olmuştu. İçki evde yaşıyordu; adamın içinde, adam evin içinde, hepsi birlikte…

Kadın adamdan ayrılmak istedi, adam içkiden ayrılmak istemedi. Kadın, ikisinden de ayrılmak istedi.

Sonra bir gün, adam içki içmedi. Sadece içkiden değil, takılmaktan, takışmaktan, konuşmaktan da vazgeçti. Yalnız işe gitti, işten geldi, yemek yedi, sigarasını içti. Sonra uzandı, belgesel kanalını seyretti, uyudu. Sabah kalktı, yine her gün aynı şeyleri yapmaya devam etti.

Sonra  kadın dedi ki: “Sana içki getireyim de konuş.”  Adam: “Ben içki istemem,” dedi. Adam sadece içkiyi değil, konuşmayı da kesti.

Adam aynı şeyleri konuşmak gereksiz dedi içinden. Söze dökse, karısı buna da  söylenecekti, evet anlamında kafasını salladı.

Karısı, “herşeye kafa sallamaya başladın,” dedi.

Televizyonun sesini biraz daha açtı. Karısı biraz daha konuştu, ne karısını ne de televizyonu dinliyordu. Tamam  anlamında baş  parmağını kaldırdı.

Karısı her konuşmasından önce: Beni dinlemiyorsun,diyordu. Oysa yirmi yıldır dinliyordu, karısı da yirmi yıldır beni dinlemiyorsun diyordu.

Eskiden cevap verecek, konuşmayı sürdürecek, kavga edecek sözcükleri bulur söylerdi. Şimdilerdeyse sadece kafa sallamayla geçiştiriyordu.

Konuşmanın dönüp dolaşacağı, sonunda geleceği yer belliydi. Sürekli yazılmayan kitabın çerçevesi, yazılan kitabın bitmeyen düzeltmesi, dergilerde çıkan yazıların hikayesi… Aynı şeyleri dinlemekten, dinlemediği söylenerek eleştirilmekten, başarısızlıklara sebep olmaktan, başarılara ortak olamamaktan yorulmuştu artık.

Düşünmüyordu da kim haklı, kim haksız. Gereksizdi bu saatten sonra. İçmemekte çözüm olmamıştı aralarındaki iletişimsizliği gidermeye, o da yeniden başladı içmeye. İşten eve geliyor, yemek yiyor, rakısını içiyor, televizyonun karşısındaki  kanepesine uzanıyordu.

Karısı da, mutfakta işini bitiriyor, salondaki masada bilgisayarın başına geçiyordu. Masadaki dağınıklığın arasına sıkışıp kalmış bilgisayarın başına. Konuşuyordu, arada bir  kafasını kaldırıp bilgisayarın üstünden bakıp söyleniyordu, “Kime anlatıyorum?” kendi cevap veriyordu yine, “Sen beni hiç dinlemedin ki.” Kanepeden dönüp bakınca, masanın başında karısını görüyor, masadaki onca nesneyle, karısının kafasının karışıklığını bütünleştiriyordu. Karısının kafası, çalışma masasının üstü gibi karmakarışıktı. Masanın üstünde; kitaplar, dergiler, dosyalar, belediye bültenleri, market broşürleri, faturalar, fişler, piyango biletleri, lotolar, kartvizitler, kalemler, su şişeleri, çeşit çeşit takvimler, aynalar, firketeler, ataçlar, peçeteler ve notlar.  Kağıda yazılmış notlar, bloknota yazılmış notlar, harita metod defterine, çizgisiz deftere, kareli deftere, küçük büyük her türlü deftere yazılmış notlar, notlar…

Yaşamdan her beklentinin ve gerçekleşmeyen herşeyin notu vardı ve kocanın notu bunları geçmek için yetmiyordu. Her notun gerçekleşmesini engelleyen, izin vermeyen, eleştiren, ket vuran bir koca.

Karısı masadan bir kağıt aldı yüksek sesle okudu: “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Yattığı yerden doğruldu, bir karısının yüzüne, bir de boşalan kadehine baktı, “Anlamadım,” dedi.

Ayağa kalktı,  karısının söyleyeceği sözü beklemeden, kadehi  eline alıp mutfağa gitti.

Döndüğünde, karısını bilgisayarın başında tebessümle çalışırken gördü. Hiçbir şey demeden kanepeye uzandı, kumandayı eline aldı, kanalı değiştirdi…

Nurdane  Özdemir  Sağkan

İlginizi Çekebilir

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir